"Stres insanı öldürür" derler ama hem Türkiye, hem de dünya çapında yüz yaşı aşan insan sayısındaki artış, beni aksi yönde düşünmeye itiyor...
Şayet; açlık,kaza, vurulma, savaş, bomba, soğuk, hava kirliliği veya kimyasal zehirlenme gibi vesair nedenlerden ölmemeyi başardıysanız 80 yaş üstünü görmemiz mümkün.
Çanakkale'nin Yenice ilçesinde bir kiraz bahçesine rast gelip içine dalmıştık. Kısa bir süre sonra dalların arasından şu fotoğrafta gördüğünüz beli iki büklüm olan sevimli teyze çıkagelmiş ve yere doğru uzanan dallardan kiraz koparıp yemeye başlamıştı.
Nereden geldik, nereye gidiyoruz?
"Çok uzun yaşamakta zor be kızım! İyi bir şey değil çok uzun yaşamak!" diyordu 90 yaşındaki bu tatlı ninemiz...
Kaç yaşında olduğunu sorduğumuzda, 90 dan sonrasını saymayı bıraktığından söz ediyordu.
Hepimizin, dönem dönem aklına düşer ölüm...
Bilinmeyen karanlık yanları yüzünden de korkarız. Öyle ya; "insan bilmediği şeyin düşmanıdır." Ve bu düşmanlıkların temelinde genelde korku vardır.
Oysa çok yorgun geçen bir günün ardından, nasıl ki uykuya dalmak, sızıp kalmak tatlıysa, ölüm de yorgun bir hayatın ardından öyle olabilir...
Şu an bu yazıyı okuyanların bir çoğunun aklından; "ne kadar da karamsar şeylerden söz ediyor"gibi bir düşünce geçebilir. Fakat bu büyük yanılgıdır. Doğum anını konuşmaktan farkı yoktur ölümün. Tek fark biri; bilinen ortama atılan adımdır, diğeri bilinmeyene...
Bu bilinmeyene duyulan korku duygusu ise; insanların inanma ve bir şeylere sığınma duygusunu arttırmış, akabinde dinler bu durumdan beslenmiştir.
Ah zaaflı yanlarımız... Ah bizi zorlayan, kimi zamanda hayattan alıkoyan korkularımız...
Toplumların tüm yaşamını etkileyen korkuları...
Oysa ne kadar yaşadığından çok nasıl yaşadığın, Tanrı'nın ruhuna bahşettiği vicdanla onurlu yaşayıp yaşamadığın değil midir önemli olan?
Bu tatlı nineye bakınca o uzun ömüre neler sığmış olabilir diye merak edip sorular sorduk tabii... Ama sonunda içi dolu tek bir cümle kurdu. Kelimeler sade olsa da sesinin tonu öylesine yorgundu ki cümledeki ağırlığı hepimiz hissetmiştik.
"Kadın olmak zor kızım."
Anlamıştık, yaşamı yaşamıştı ama kendi insiyatifinde değil... Gelişine yaşamıştı, nasıl söylendiyse öyle yaşamıştı...
Ona bakarken, aklıma çok eskilerden yazdığım bir yazıyı hatırlamıştım;
Dolu dizgin akan nehrin yanına yanaştı çıplak ayaklarıyla. Dizleri titreyerek, yarısı suya dokunan yosunlu kayanın üzerine oturdu ve aklının içinde yinelenen soruları tekrar etti;"kimim ben, adım ne ki benim?"
"Adının bir kıymeti, kim olduğunun bir ederi var mıydı?" düşünüyor, düşündükçe içi içini yiyordu. Coşkun akan suya döndü. Düşüncelerine hakim olamıyordu;
"Şu suyun akışı gibi hayat, geçtiği yere tekrar dönemiyor ve dahası dokunduğu taşı yanında götüremiyordu. Peki, o su kadar bir şeye hayrımız dokunmuş muydu? Ya da hayrımız dokunacak bir yaradılış amacımız var mıydı?"
İçi daha çok daraldı. Öylesine gelişine yaşamanın, ölesiye yaşamaktan farkı yoktu...
Buna yaşamak denemezdi. Olsa olsa bunun adı; ölümü beklerken, zamanı öldürmek olabilirdi.
Anlam bulmadan, kendine ait bir manan olmadan yaşamak, yaşamak değildi...
Farkındalık şansı tanınmamıştı ki hiç. Ne dedilerse onu yapmıştı. Doğdu, evlendi, doğurdu, doyurdu...
Öylesine gelişine yaşadı işte...
Adının ne olduğunun ne önemi olabilirdi? Ederi neydi?
Ederi, söz dinlemekti!
Ederi, düşünce ve töre diye önüne koyulanı sorgulamadan yapmaktı...
Ta ki hayalleri ölene kadardı acıyı hissetmesi...
Hayaller ölünce acı da ölüyordu! Toplum denilen hırsızlar büyük cinayetler işliyordu. Adının kıymeti kadın olmakla son buluyordu...
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Özlem DOĞAN
YAŞ ALMAK MI YAŞAMAK?
"Stres insanı öldürür" derler ama hem Türkiye, hem de dünya çapında yüz yaşı aşan insan sayısındaki artış, beni aksi yönde düşünmeye itiyor...
Şayet; açlık,kaza, vurulma, savaş, bomba, soğuk, hava kirliliği veya kimyasal zehirlenme gibi vesair nedenlerden ölmemeyi başardıysanız 80 yaş üstünü görmemiz mümkün.
Çanakkale'nin Yenice ilçesinde bir kiraz bahçesine rast gelip içine dalmıştık. Kısa bir süre sonra dalların arasından şu fotoğrafta gördüğünüz beli iki büklüm olan sevimli teyze çıkagelmiş ve yere doğru uzanan dallardan kiraz koparıp yemeye başlamıştı.
Nereden geldik, nereye gidiyoruz?
"Çok uzun yaşamakta zor be kızım! İyi bir şey değil çok uzun yaşamak!" diyordu 90 yaşındaki bu tatlı ninemiz...
Kaç yaşında olduğunu sorduğumuzda, 90 dan sonrasını saymayı bıraktığından söz ediyordu.
Hepimizin, dönem dönem aklına düşer ölüm...
Bilinmeyen karanlık yanları yüzünden de korkarız. Öyle ya; "insan bilmediği şeyin düşmanıdır." Ve bu düşmanlıkların temelinde genelde korku vardır.
Oysa çok yorgun geçen bir günün ardından, nasıl ki uykuya dalmak, sızıp kalmak tatlıysa, ölüm de yorgun bir hayatın ardından öyle olabilir...
Şu an bu yazıyı okuyanların bir çoğunun aklından; "ne kadar da karamsar şeylerden söz ediyor"gibi bir düşünce geçebilir. Fakat bu büyük yanılgıdır. Doğum anını konuşmaktan farkı yoktur ölümün. Tek fark biri; bilinen ortama atılan adımdır, diğeri bilinmeyene...
Bu bilinmeyene duyulan korku duygusu ise; insanların inanma ve bir şeylere sığınma duygusunu arttırmış, akabinde dinler bu durumdan beslenmiştir.
Ah zaaflı yanlarımız... Ah bizi zorlayan, kimi zamanda hayattan alıkoyan korkularımız...
Toplumların tüm yaşamını etkileyen korkuları...
Oysa ne kadar yaşadığından çok nasıl yaşadığın, Tanrı'nın ruhuna bahşettiği vicdanla onurlu yaşayıp yaşamadığın değil midir önemli olan?
Bu tatlı nineye bakınca o uzun ömüre neler sığmış olabilir diye merak edip sorular sorduk tabii... Ama sonunda içi dolu tek bir cümle kurdu. Kelimeler sade olsa da sesinin tonu öylesine yorgundu ki cümledeki ağırlığı hepimiz hissetmiştik.
"Kadın olmak zor kızım."
Anlamıştık, yaşamı yaşamıştı ama kendi insiyatifinde değil... Gelişine yaşamıştı, nasıl söylendiyse öyle yaşamıştı...
Ona bakarken, aklıma çok eskilerden yazdığım bir yazıyı hatırlamıştım;
Dolu dizgin akan nehrin yanına yanaştı çıplak ayaklarıyla. Dizleri titreyerek, yarısı suya dokunan yosunlu kayanın üzerine oturdu ve aklının içinde yinelenen soruları tekrar etti;"kimim ben, adım ne ki benim?"

"Adının bir kıymeti, kim olduğunun bir ederi var mıydı?" düşünüyor, düşündükçe içi içini yiyordu. Coşkun akan suya döndü. Düşüncelerine hakim olamıyordu;
"Şu suyun akışı gibi hayat, geçtiği yere tekrar dönemiyor ve dahası dokunduğu taşı yanında götüremiyordu. Peki, o su kadar bir şeye hayrımız dokunmuş muydu? Ya da hayrımız dokunacak bir yaradılış amacımız var mıydı?"
İçi daha çok daraldı. Öylesine gelişine yaşamanın, ölesiye yaşamaktan farkı yoktu...
Buna yaşamak denemezdi. Olsa olsa bunun adı; ölümü beklerken, zamanı öldürmek olabilirdi.
Anlam bulmadan, kendine ait bir manan olmadan yaşamak, yaşamak değildi...
Farkındalık şansı tanınmamıştı ki hiç. Ne dedilerse onu yapmıştı. Doğdu, evlendi, doğurdu, doyurdu...
Öylesine gelişine yaşadı işte...
Adının ne olduğunun ne önemi olabilirdi? Ederi neydi?
Ederi, söz dinlemekti!
Ederi, düşünce ve töre diye önüne koyulanı sorgulamadan yapmaktı...
Ta ki hayalleri ölene kadardı acıyı hissetmesi...
Hayaller ölünce acı da ölüyordu! Toplum denilen hırsızlar büyük cinayetler işliyordu. Adının kıymeti kadın olmakla son buluyordu...