Ben Plastiğim, Sen Plastiksin, Her Şey Ve Her Yer Plastik!
Yazının Giriş Tarihi: 14.05.2025 10:03
Yazının Güncellenme Tarihi: 14.05.2025 10:05
Yapaylaşmanın nirvasına doğru bir yolculuk içindeyiz. Zamanda hızla teknolojik olarak yol aldığımızı zannederken, aslında gerilemenin ve belki dünyanın en karanlık döneminin eşiğindeyiz...
Dünyanın en vahşi yaratıklarıyız biz...
Durgun suya yansıyan bulut silüetlerinin altında renkleri solmaya yüz tutmuş, mutsuz yüzen turuncu kuyruklu balıkları seyre dalmıştım. Evet, mutsuzdular ve sanki ben, bu mutsuzluklarını ciğerlerimde hissediyordum. Nefesim göğüs kafesime sığmıyordu sanki. Gölün suyu en az on-onbeş metre çekilmiş ve eskiden içinde nazlı nazlı salınan yosunlar kurumuştu. Karabataklar suyu dalgalandırdıkça su kıyıya vuruyor ve toprağı yalayarak her çekilişinde yağlı bir tabaka kaplıyordu üzerini. Mutfak lavabosuna dökülen her yağ, her deterjan geri dönüşü mümkün olmayan hasarlar bırakıyordu ne de olsa.
GÖL RESMEN ÖLÜYORDU, BİZ ÖLÜYORDUK!
Oysa eskiden benim için; gölün üzerine uzanan bu balkonda manzara eşliğinde yemek yemek keyifti. Şimdi ise içimi buruk bir hüzün kaplıyor.
İçimi kaplayan huzursuzluktan arkadaşımın "çay içer misin?" sorusu üzerine bi anlıkta olsa sıyrılıyorum. Suyu izlerken düşüncelere daldığım sırada donatılmış olan masaya kayıyor gözlerim.
İşte tüm suç bu ve benzeri masaların. Yok konfordu, yok dezenfekte edilmiş "bizler" için paketlenmiş gıdalardı derken doğal yaşam katlediliyordu. Oysa hiçkimse farkında değildi doğal yaşam bittiğinde susuzluk ve mikroplar bizi bitirecekti. Minicik kavanozlanmış reçeller, bal vs tatlılar. Çatal bıçakların dışındaki selülozik kağıtlar, peçeteler, kimi restoranda plastik minik kahvaltılıklar, "polietilen teraftalattan" üretilen plastik şişeler içindeki sular. Küçücük naylon paketlerde ıslak mendiller ve daha sayamadığım "güya" insan konforu için üretilmiş onlarca şey vardı. Bir masaya bir gölün durumuna dönüp bakıyordum ve giderek içimdeki daralmanın arttığını hissediyordum. Garson hesabı getirdiğinde ise acı bir tebessüm vardı yüzümde; "bedeli çoktan ödendi dostum, bekleyin görün ki daha da ödeyeceğiz..."
Sırf bu duygu yüzünden çok zaman dışarı çıkmak bile istemiyordum ama bunu dile getiremeyip içimde saklıyordum.
Neden sonra içimdeki huysuz ses; "ben rahatsız oluyorsam, herkes olsun" serzenişinde bulununca yazmaya karar verdim.
Sadece o göle ve o kahvaltı masasına yani o güne özel değildi bu kafamın içinde durmaksızın dönen isyan. Markete alışverişe gittiğimde, dışardan sipariş verildiğinde, ayakkabı mağazasından tutun, eczanesinden, kozmetiğe varana kadar gittiğim her yerde zihnim hesap tutmaya başlamıştı. Kimyasal hesabı!
Zihnim durmuyor ve ufacık bir vidanın, elektrik kablosunun içindeki bakırın, dışındaki plastiğin, pillerin ve daha sayamayacağım milyonlarca şeyin üretim aşamasını düşünüyor, fabrikaları gözümün önünde yükseliyordu. Gerçekten bu kadar şeye ihtiyacımız var mıydı? Gereksiz, sadece ticaret olsun diye üretilen tonla şey yok muydu? Minicik şeyleri bile paketleyen yüzlerce şey vardı ve onları hayatımızdan çıkarıp attığımızda bizim için hiçbirşeyin fark etmeyeceği ama doğamız için çok şeyin fark edeceği şeyleri bi düşünün! İklim kurtarmak yani hayat kurtarmak korusunda ciddiyseniz tabii...
Market poşetini yirmibeş kuruş yaparak doğayı kurtarna yolunda büyük çözüm bulmuş gibi davranan ama poşet fabrikalarının hayatlarında göremeyeceği serveti önlerine sunan dahileri de düşünmeden edemiyordum. Bizim millet çabuk alışır ne de olsa... Alıştı da!
Hayır, o zamanlar kasiyerlerin, poşeti paralı yapan sanki onlarmış gibi milletten azar yediklerine acırım. Hoş onlarda unuttu bunları da...Neyse!
Sözün özü; beynim durmadan hesap içindeydi. İnsanların hırsları ile yaşam kaynağı olan doğayı ve dahası kendilerini öldürdüklerini göremiyor olmalarına şaşıyordum. Aynı; Deve ve Diken hikayesi gibi diyordum içimden.
Livaneli'nin, "Huzursuzluk" romanında geçer bu hikaye...
Huzursuzluk’ romanında bir bilge sorar:
“Harese nedir bilir misin oğlum?
Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir.
Harese şudur evladım.
Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani.
Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar.
Tuzlu kan dikenle karışınca bu tat devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve.
Bütün Ortadoğu’nun adeti budur oğlum, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında ‘kendini öldürdüğünü’ anlamaz.
Kendi kanının tadından sarhoş olur...”
Ne dersiniz ayılmanın vakti için geç midir?
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Özlem DOĞAN
Ben Plastiğim, Sen Plastiksin, Her Şey Ve Her Yer Plastik!
Yapaylaşmanın nirvasına doğru bir yolculuk içindeyiz. Zamanda hızla teknolojik olarak yol aldığımızı zannederken, aslında gerilemenin ve belki dünyanın en karanlık döneminin eşiğindeyiz...
Dünyanın en vahşi yaratıklarıyız biz...
Durgun suya yansıyan bulut silüetlerinin altında renkleri solmaya yüz tutmuş, mutsuz yüzen turuncu kuyruklu balıkları seyre dalmıştım. Evet, mutsuzdular ve sanki ben, bu mutsuzluklarını ciğerlerimde hissediyordum. Nefesim göğüs kafesime sığmıyordu sanki. Gölün suyu en az on-onbeş metre çekilmiş ve eskiden içinde nazlı nazlı salınan yosunlar kurumuştu. Karabataklar suyu dalgalandırdıkça su kıyıya vuruyor ve toprağı yalayarak her çekilişinde yağlı bir tabaka kaplıyordu üzerini. Mutfak lavabosuna dökülen her yağ, her deterjan geri dönüşü mümkün olmayan hasarlar bırakıyordu ne de olsa.
GÖL RESMEN ÖLÜYORDU, BİZ ÖLÜYORDUK!
Oysa eskiden benim için; gölün üzerine uzanan bu balkonda manzara eşliğinde yemek yemek keyifti. Şimdi ise içimi buruk bir hüzün kaplıyor.
İçimi kaplayan huzursuzluktan arkadaşımın "çay içer misin?" sorusu üzerine bi anlıkta olsa sıyrılıyorum. Suyu izlerken düşüncelere daldığım sırada donatılmış olan masaya kayıyor gözlerim.
İşte tüm suç bu ve benzeri masaların. Yok konfordu, yok dezenfekte edilmiş "bizler" için paketlenmiş gıdalardı derken doğal yaşam katlediliyordu. Oysa hiçkimse farkında değildi doğal yaşam bittiğinde susuzluk ve mikroplar bizi bitirecekti. Minicik kavanozlanmış reçeller, bal vs tatlılar. Çatal bıçakların dışındaki selülozik kağıtlar, peçeteler, kimi restoranda plastik minik kahvaltılıklar, "polietilen teraftalattan" üretilen plastik şişeler içindeki sular. Küçücük naylon paketlerde ıslak mendiller ve daha sayamadığım "güya" insan konforu için üretilmiş onlarca şey vardı. Bir masaya bir gölün durumuna dönüp bakıyordum ve giderek içimdeki daralmanın arttığını hissediyordum. Garson hesabı getirdiğinde ise acı bir tebessüm vardı yüzümde; "bedeli çoktan ödendi dostum, bekleyin görün ki daha da ödeyeceğiz..."
Sırf bu duygu yüzünden çok zaman dışarı çıkmak bile istemiyordum ama bunu dile getiremeyip içimde saklıyordum.
Neden sonra içimdeki huysuz ses; "ben rahatsız oluyorsam, herkes olsun" serzenişinde bulununca yazmaya karar verdim.
Sadece o göle ve o kahvaltı masasına yani o güne özel değildi bu kafamın içinde durmaksızın dönen isyan. Markete alışverişe gittiğimde, dışardan sipariş verildiğinde, ayakkabı mağazasından tutun, eczanesinden, kozmetiğe varana kadar gittiğim her yerde zihnim hesap tutmaya başlamıştı. Kimyasal hesabı!
Zihnim durmuyor ve ufacık bir vidanın, elektrik kablosunun içindeki bakırın, dışındaki plastiğin, pillerin ve daha sayamayacağım milyonlarca şeyin üretim aşamasını düşünüyor, fabrikaları gözümün önünde yükseliyordu. Gerçekten bu kadar şeye ihtiyacımız var mıydı? Gereksiz, sadece ticaret olsun diye üretilen tonla şey yok muydu? Minicik şeyleri bile paketleyen yüzlerce şey vardı ve onları hayatımızdan çıkarıp attığımızda bizim için hiçbirşeyin fark etmeyeceği ama doğamız için çok şeyin fark edeceği şeyleri bi düşünün! İklim kurtarmak yani hayat kurtarmak korusunda ciddiyseniz tabii...
Market poşetini yirmibeş kuruş yaparak doğayı kurtarna yolunda büyük çözüm bulmuş gibi davranan ama poşet fabrikalarının hayatlarında göremeyeceği serveti önlerine sunan dahileri de düşünmeden edemiyordum. Bizim millet çabuk alışır ne de olsa... Alıştı da!
Hayır, o zamanlar kasiyerlerin, poşeti paralı yapan sanki onlarmış gibi milletten azar yediklerine acırım. Hoş onlarda unuttu bunları da...Neyse!
Sözün özü; beynim durmadan hesap içindeydi. İnsanların hırsları ile yaşam kaynağı olan doğayı ve dahası kendilerini öldürdüklerini göremiyor olmalarına şaşıyordum. Aynı; Deve ve Diken hikayesi gibi diyordum içimden.
Livaneli'nin, "Huzursuzluk" romanında geçer bu hikaye...
Huzursuzluk’ romanında bir bilge sorar:
“Harese nedir bilir misin oğlum?
Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir.
Harese şudur evladım.
Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani.
Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar.
Tuzlu kan dikenle karışınca bu tat devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve.
Bütün Ortadoğu’nun adeti budur oğlum, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında ‘kendini öldürdüğünü’ anlamaz.
Kendi kanının tadından sarhoş olur...”
Ne dersiniz ayılmanın vakti için geç midir?