Takvimler gelip geçiyor. Yapraklar önce günleri, sonra haftaları, ayları derken, yıllar bile ardın sıra gelip geçiyor. Bugün herkes 26 yıl önce ciğerlerimizi yakan, ülkenin tüm dinamiklerini çaresiz bırakan, vatandaşın enkaz altında “sesimi duyan var mı?” çığlıkları ile sesini duyurmaya çalıştığı 17 Ağustos 1999 depreminin acı faturasını konuşacak. Yarın mı? 26 yıl nasıl geçti ise yarın da öyle geçecek! Peki, neden sadece yaşayınca hatırlıyoruz? Aslında lafı çok uzatmayacağım. Diyorum ki; haydi gelin bu sefer güzel ülkemizi yerle yeksan etmeyelim! Ne dersiniz? Var mısınız?
Ateş düştüğü yeri yakıyor değerli okurlarım. Şiddet öyle bir seviyeye ulaştı ki; ebeveynler ufacık çocuklarına karşı bir anlık öfke ile en acımasızca ve kontrolsüzce tüm güçlerini kullanıyorlar. Aile kavramı ciddi anlamda çöktü diyebiliriz. Erkek egemen bir toplumun hızla sosyal politikalar ve ekonomik destekler ile kadın egemen bir topluma dönüşmesi sosyolojik dengeleri alt üst etti. Maalesef, 26 yıl önce yaşanan depremden 6 Şubat'ta Kahramanmaraş başta olmak üzere 11 şehrimizi yıkan depreme geldiğimizde değişen pek bir şeyin olmadığını ifade edebilirim. Elbette Kahramanmaraş, Gaziantep ve Şanlıurfa'ya giderek birçok değişimi yerinde gördüm. Türkiye Cumhuriyeti Devleti gereken adımları 26 yıl önceye göre daha hızlı atıyor. Ama yanan ormanları görünce de “ateş düştüğü yeri yakıyor” diyemeden geçemiyorum. Bursa'da, Çanakkale'de, Eskişehir'de ve daha birçok şehrimizde yangınlar ile mücadele eden başta Orman Bölge Müdürlüğü personelleri olmak üzere tüm kahramanlarımızın önünde saygı ve minnetle eğiliyorum. Çocukları, kendi ebeveynlerinden acımasızca dayak yiyen bir toplumun ateşler içinde kalması da yerle yeksan olması da garip karşılanmamalı diye düşünüyorum. Sonuç itibariyle ateşi evinize düşürür ve acı ile şiddet ile sevgisiz bir çocuk büyütürseniz, gün gelir o çocuk tüm dünyayı yakar ve yıkar…
Şiddetin her geçen gün arttığı ülkemizde, insanları cezaevlerinin soğuk ve hastalıklı koridorları ile koğuşlarında rehabilite edemeyeceğimizi kabullenmek zorundayız. Aile kavramına gereken önemi vermiyoruz! Aileler anne şefkatinden önce baba sevgisine muhtaçtır. Bugün Türkiye’nin veritabanına indiğimizde kaç baba cezaevinde, kaç baba işsiz, kaç baba intiharın eşiğinde, kaç baba psikolojik sorunları olduğunu kabul etmiyor diye araştıracak olursak kaç baba sayısının toplam rakamı binleri mi, yüz binleri mi, milyonu mu zorlar? Sahi kaç baba gerçekten babalık yapıyor veya yapabiliyor? Sadece fakir veya sorunları olan babalardan bahsetmeyelim. Zengin babalar da durum nasıl? Zengin çocukları ve Zengin Aileler de sevgi mi yoksa şiddet mi ağır basıyor? Sanki gençlik yıllarımızda bir zengin çocuk, anne ve babasını hunharca katletmişti değil mi?
Depremler, orman yangınları, doğal afetler ve ekonomik krizler ile sosyal şiddet olaylarında yaşanan artışları sadece siyasilere, güvenli olmayan veya dayanıksız binalara, sabotaj ve suikastlere bağlamayın. Gelin yeniden yeni bir başlangıç yapalım. Toplumumuz, şehirlerimiz, ülkemiz ve devletimiz yerle yeksan olmadan kenetlenelim ve ortak akıl ile sevgi ile şefkat ile paylaşarak bütün olalım, bir olalım. Hemde bugünden başlayalım. Kim bilir belki de yarın hiç gelmez. Bu sebeple çocuklarımızı, ailelerimizi rehabilite edelim. Elbette ekonomik girdaptan aileleri çıkarmak için tüm cesur adımları da atalım. Ne diyorsun Ankara, sesimizi duyan var mı?
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Ömer KÜÇÜKKAYA
Yerle yeksan olmayalım!
Yerle yeksan olmayalım!
Takvimler gelip geçiyor. Yapraklar önce günleri, sonra haftaları, ayları derken, yıllar bile ardın sıra gelip geçiyor. Bugün herkes 26 yıl önce ciğerlerimizi yakan, ülkenin tüm dinamiklerini çaresiz bırakan, vatandaşın enkaz altında “sesimi duyan var mı?” çığlıkları ile sesini duyurmaya çalıştığı 17 Ağustos 1999 depreminin acı faturasını konuşacak. Yarın mı? 26 yıl nasıl geçti ise yarın da öyle geçecek! Peki, neden sadece yaşayınca hatırlıyoruz? Aslında lafı çok uzatmayacağım. Diyorum ki; haydi gelin bu sefer güzel ülkemizi yerle yeksan etmeyelim! Ne dersiniz? Var mısınız?
Ateş düştüğü yeri yakıyor değerli okurlarım. Şiddet öyle bir seviyeye ulaştı ki; ebeveynler ufacık çocuklarına karşı bir anlık öfke ile en acımasızca ve kontrolsüzce tüm güçlerini kullanıyorlar. Aile kavramı ciddi anlamda çöktü diyebiliriz. Erkek egemen bir toplumun hızla sosyal politikalar ve ekonomik destekler ile kadın egemen bir topluma dönüşmesi sosyolojik dengeleri alt üst etti. Maalesef, 26 yıl önce yaşanan depremden 6 Şubat'ta Kahramanmaraş başta olmak üzere 11 şehrimizi yıkan depreme geldiğimizde değişen pek bir şeyin olmadığını ifade edebilirim. Elbette Kahramanmaraş, Gaziantep ve Şanlıurfa'ya giderek birçok değişimi yerinde gördüm. Türkiye Cumhuriyeti Devleti gereken adımları 26 yıl önceye göre daha hızlı atıyor. Ama yanan ormanları görünce de “ateş düştüğü yeri yakıyor” diyemeden geçemiyorum. Bursa'da, Çanakkale'de, Eskişehir'de ve daha birçok şehrimizde yangınlar ile mücadele eden başta Orman Bölge Müdürlüğü personelleri olmak üzere tüm kahramanlarımızın önünde saygı ve minnetle eğiliyorum. Çocukları, kendi ebeveynlerinden acımasızca dayak yiyen bir toplumun ateşler içinde kalması da yerle yeksan olması da garip karşılanmamalı diye düşünüyorum. Sonuç itibariyle ateşi evinize düşürür ve acı ile şiddet ile sevgisiz bir çocuk büyütürseniz, gün gelir o çocuk tüm dünyayı yakar ve yıkar…
Şiddetin her geçen gün arttığı ülkemizde, insanları cezaevlerinin soğuk ve hastalıklı koridorları ile koğuşlarında rehabilite edemeyeceğimizi kabullenmek zorundayız. Aile kavramına gereken önemi vermiyoruz! Aileler anne şefkatinden önce baba sevgisine muhtaçtır. Bugün Türkiye’nin veritabanına indiğimizde kaç baba cezaevinde, kaç baba işsiz, kaç baba intiharın eşiğinde, kaç baba psikolojik sorunları olduğunu kabul etmiyor diye araştıracak olursak kaç baba sayısının toplam rakamı binleri mi, yüz binleri mi, milyonu mu zorlar? Sahi kaç baba gerçekten babalık yapıyor veya yapabiliyor? Sadece fakir veya sorunları olan babalardan bahsetmeyelim. Zengin babalar da durum nasıl? Zengin çocukları ve Zengin Aileler de sevgi mi yoksa şiddet mi ağır basıyor? Sanki gençlik yıllarımızda bir zengin çocuk, anne ve babasını hunharca katletmişti değil mi?
Depremler, orman yangınları, doğal afetler ve ekonomik krizler ile sosyal şiddet olaylarında yaşanan artışları sadece siyasilere, güvenli olmayan veya dayanıksız binalara, sabotaj ve suikastlere bağlamayın. Gelin yeniden yeni bir başlangıç yapalım. Toplumumuz, şehirlerimiz, ülkemiz ve devletimiz yerle yeksan olmadan kenetlenelim ve ortak akıl ile sevgi ile şefkat ile paylaşarak bütün olalım, bir olalım. Hemde bugünden başlayalım. Kim bilir belki de yarın hiç gelmez. Bu sebeple çocuklarımızı, ailelerimizi rehabilite edelim. Elbette ekonomik girdaptan aileleri çıkarmak için tüm cesur adımları da atalım. Ne diyorsun Ankara, sesimizi duyan var mı?