Belki de insan hayatının en güçlü en yüce duygusu Anneliktir. Bunu yalnız insanlar da değil, hayvanlarda da görebiliyoruz. Anneleri yaşayanlar, Anneler gününü yılın her günü şefkatli bir şekilde kutlayabilir. Peki ya Anne hasreti çekenler.? İşte bu sebeple Annesiz olanlara saygı ile işi abartmadan Anneler günü kutlu olsun diyelim.
On yaşlarındaki küçük kız, okul önlüğünün düğmelerini iliklemeye çalışırken o kadar acele ediyordu ki; yaşadığı panikten elleri birbirine dolanıyordu. Uyumaktan şişmiş gözlerini ovalayarak dışarı fırladı. Ayakkabılarını ayağına geçirmeye çalışarak yürümesi, yolda yalpalamasına sebep oluyordu.
Son günlerde sürekli geç uyanıyor, ilk derse yetişemiyordu. öğretmenin verdiği cezadan çok, her seferinde yalan söylemek zorunda kalmasıydı küçük yüreğini yoran. Yaşadıkları karşısında ibretlik bir durumda idi.
Bu sefer hangi bahaneyi uyduracaktı? Nasıl bir hikâye anlatacaktı, Uyuyakaldığını söylese, öğretmen her zamankinden daha çok kızacaktı.
Annesine söz vermişti. Gerçek yaşamda ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin, kesinlikle yalan söylemeyecekti. Geç kaldığı günlerde öğretmeninin bakışlarıyla alevlenen yangına karşı, sap yığınından yalanların arkasına çaresizlik içinde gizleniyordu.
Okulun kapısına geldiğinde koşmaktan terlemişti. Alnına, çile mürekkebiyle yazılan yazıyı, saçlarından süzülen ipek teller, daha bir belirginleştiriyordu. Al yanaklarının üzerine yerleşen şiş gözlerle etrafına bakıyor, çekingen adımlarla koridorda ilerliyordu.
Küçük bedeni, taşıyabileceğinden ağır bir çantanın esaretinde sınıfın önüne geldi. Son kez önlüğünü ve yakalığını düzeltip, kulağını hafifçe kapıya yasladı. İçeride hiç ses yoktu. Çantasını sırtından eline alıp, minik elleriyle kapıya birkaç kez vurdu. Ürkek adımlarla içeri girdiğinde sınıftaki sessizlik, yerini fısıltılara karışan gülüşmelere bırakmıştı.
Çocukların bazısı, geç kaldığı için ona kızıyor, bazısı alaycı bakışlarla gülmeler ile perçinliyordu. Küçük kız, yerine geçmeye hazırlanırken; öğretmen, sınıfı susturan, gülüşmeleri kovalayan, küçük kızın yüreğini titreten konuşmasına başladı.
“Dur bakalım! Yerine oturma! Seni defalarca uyarmaktan, cezalandırmaktan bıktım. Sen, ibret almaktan, geç kalmaktan bıkmadın. Tahtanın yanına geç ve ders bitene kadar tek ayak üzerinde dur. Sorumsuzluğuna son verene kadar böyle yapacağım…
Ayağını indirdiğini görmeyeyim!”
Öğretmen, hedefe koyduğu küçük bir kalbi tam ortasından yaralamıştı. Acımasız bir ressamın elinden çıkan hüzün tablosu, sınıfın ortasında öylece duruyordu. Diğer çocukların yeniden başlayan gülüşmeleri tabloya vurulan fırçanın son darbeleri oldu.
Alaycı bakışlardan kaçırdığı gözlerinde, yağmaya hazırlanan bulutlara direnen küçük kız, tahtanın yanına geçti. Ayağını kaldırdığında ders kaldığı yerden devam etmişti.
Minik ayaklarında derman tükenmek üzereyken, ızdırabı ve dersi sonlandıran zil nihayet çaldı. Bir yangından kaçar gibi kapıya koşturan çocuklar geride bıraktıklarını çoktan unutmuştu. Öğretmen, masadan kitaplarını toplarken sınıfta kimse kalmamıştı. Küçük kızın yüzüne dahi bakmadan, “Tamam! Çıkabilirsin,” dedikten sonra, söyleyecekleri aniden aklına gelmiş gibi, uyuşan ayaklarıyla birkaç adım atan kıza tekrar seslendi.
“Dur biraz! Her gün derse geç kalıyorsun. Bu böyle gitmeyecek! Ya keyifle uyumaktan ya da okuldan vazgeç! İkisini de aynı anda yapmaya çalışman dan bıktım. Nasıl bir annen varmış ki seni okula hazırlamaktan aciz, geleceğine karşı duyarsız. Defalarca çağırmama rağmen bir defa bile göremedim veli toplantılarında. Senin sorumsuzluğunun diğer çocuklara örnek olmasına izin vermeyeceğim. Ya kendine çeki düzen ver ya da…” öğretmeninin ağzında çakan şimşekler küçük kızın gözlerinde bekleyen bulutlara düşüyordu. Yağan yağmurlar çoraklaşmış bir yüreği yumuşatmaya yetmiyor, sorular devam ediyordu.
“Okumak istemiyor musun? Eğer öyleyse ne sen yorul ne de biz!” Küçük kızın başı önüne düşmüştü.
“Hayır öğretmenim,” dedi. “Okumayı çok istiyorum. Hem de çok; ancak her sabah aynı rüyayı görüyorum. Sanki gerçek yaşanmış gibi”
“Ne görüyorsun rüyanda?”
“Geçen sene beni yalnız bırakan annemi cennette görüyorum. Beni çok özlediğini söylüyor, pamuk elleriyle başımı okşamak istiyor; tam elini uzatıyor, uyanıyorum.”
Yanaklarına süzülen yaşları sildikten sonra derin bir iç çekip, sözlerine kaldığı yerden devam etti.
“Onu o kadar çok özledim ki… Belki aynı rüyayı tekrar görürüm, belki rüya kaldığı yerden devam eder diye tekrar uyuyor, uyanmak istemiyorum; ancak rüya kaldığı yerden devam etmiyor…” Daha fazlasını anlatacak gücü kalmamıştı. Titreyen sesiyle son bir cümle daha kurdu.
“Rüyamda da olsa, bir defa başımı okşamasını, ona doya doya sarılmayı o kadar çok isterdim ki…”
Ve öğretmen belki de yıllar sonra ilk kez bu kadar dağılmış, boğazı düğümlenmişti.
Sessizce sandalyesine çöküp, kendinden utanırcasına ağlamaya başladı.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
İsmet KOYUNCU
Anneler günü Annesizleri anmak.!
Anneler günü kutlu olsun. Bir söz vardır
"Kadınlar zayıf, Anneler güçlüdür"
Belki de insan hayatının en güçlü en yüce duygusu Anneliktir. Bunu yalnız insanlar da değil, hayvanlarda da görebiliyoruz. Anneleri yaşayanlar, Anneler gününü yılın her günü şefkatli bir şekilde kutlayabilir. Peki ya Anne hasreti çekenler.? İşte bu sebeple Annesiz olanlara saygı ile işi abartmadan Anneler günü kutlu olsun diyelim.
On yaşlarındaki küçük kız, okul önlüğünün düğmelerini iliklemeye çalışırken o kadar acele ediyordu ki; yaşadığı panikten elleri birbirine dolanıyordu. Uyumaktan şişmiş gözlerini ovalayarak dışarı fırladı. Ayakkabılarını ayağına geçirmeye çalışarak yürümesi, yolda yalpalamasına sebep oluyordu.
Son günlerde sürekli geç uyanıyor, ilk derse yetişemiyordu. öğretmenin verdiği cezadan çok, her seferinde yalan söylemek zorunda kalmasıydı küçük yüreğini yoran. Yaşadıkları karşısında ibretlik bir durumda idi.
Bu sefer hangi bahaneyi uyduracaktı? Nasıl bir hikâye anlatacaktı, Uyuyakaldığını söylese, öğretmen her zamankinden daha çok kızacaktı.
Annesine söz vermişti. Gerçek yaşamda ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin, kesinlikle yalan söylemeyecekti. Geç kaldığı günlerde öğretmeninin bakışlarıyla alevlenen yangına karşı, sap yığınından yalanların arkasına çaresizlik içinde gizleniyordu.
Okulun kapısına geldiğinde koşmaktan terlemişti. Alnına, çile mürekkebiyle yazılan yazıyı, saçlarından süzülen ipek teller, daha bir belirginleştiriyordu. Al yanaklarının üzerine yerleşen şiş gözlerle etrafına bakıyor, çekingen adımlarla koridorda ilerliyordu.
Küçük bedeni, taşıyabileceğinden ağır bir çantanın esaretinde sınıfın önüne geldi. Son kez önlüğünü ve yakalığını düzeltip, kulağını hafifçe kapıya yasladı. İçeride hiç ses yoktu. Çantasını sırtından eline alıp, minik elleriyle kapıya birkaç kez vurdu. Ürkek adımlarla içeri girdiğinde sınıftaki sessizlik, yerini fısıltılara karışan gülüşmelere bırakmıştı.
Çocukların bazısı, geç kaldığı için ona kızıyor, bazısı alaycı bakışlarla gülmeler ile perçinliyordu. Küçük kız, yerine geçmeye hazırlanırken; öğretmen, sınıfı susturan, gülüşmeleri kovalayan, küçük kızın yüreğini titreten konuşmasına başladı.
“Dur bakalım! Yerine oturma! Seni defalarca uyarmaktan, cezalandırmaktan bıktım. Sen, ibret almaktan, geç kalmaktan bıkmadın. Tahtanın yanına geç ve ders bitene kadar tek ayak üzerinde dur. Sorumsuzluğuna son verene kadar böyle yapacağım…
Ayağını indirdiğini görmeyeyim!”
Öğretmen, hedefe koyduğu küçük bir kalbi tam ortasından yaralamıştı. Acımasız bir ressamın elinden çıkan hüzün tablosu, sınıfın ortasında öylece duruyordu. Diğer çocukların yeniden başlayan gülüşmeleri tabloya vurulan fırçanın son darbeleri oldu.
Alaycı bakışlardan kaçırdığı gözlerinde, yağmaya hazırlanan bulutlara direnen küçük kız, tahtanın yanına geçti. Ayağını kaldırdığında ders kaldığı yerden devam etmişti.
Minik ayaklarında derman tükenmek üzereyken, ızdırabı ve dersi sonlandıran zil nihayet çaldı. Bir yangından kaçar gibi kapıya koşturan çocuklar geride bıraktıklarını çoktan unutmuştu. Öğretmen, masadan kitaplarını toplarken sınıfta kimse kalmamıştı. Küçük kızın yüzüne dahi bakmadan, “Tamam! Çıkabilirsin,” dedikten sonra, söyleyecekleri aniden aklına gelmiş gibi, uyuşan ayaklarıyla birkaç adım atan kıza tekrar seslendi.
“Dur biraz! Her gün derse geç kalıyorsun. Bu böyle gitmeyecek! Ya keyifle uyumaktan ya da okuldan vazgeç! İkisini de aynı anda yapmaya çalışman dan bıktım. Nasıl bir annen varmış ki seni okula hazırlamaktan aciz, geleceğine karşı duyarsız. Defalarca çağırmama rağmen bir defa bile göremedim veli toplantılarında. Senin sorumsuzluğunun diğer çocuklara örnek olmasına izin vermeyeceğim. Ya kendine çeki düzen ver ya da…” öğretmeninin ağzında çakan şimşekler küçük kızın gözlerinde bekleyen bulutlara düşüyordu. Yağan yağmurlar çoraklaşmış bir yüreği yumuşatmaya yetmiyor, sorular devam ediyordu.
“Okumak istemiyor musun? Eğer öyleyse ne sen yorul ne de biz!” Küçük kızın başı önüne düşmüştü.
“Hayır öğretmenim,” dedi. “Okumayı çok istiyorum. Hem de çok; ancak her sabah aynı rüyayı görüyorum. Sanki gerçek yaşanmış gibi”
“Ne görüyorsun rüyanda?”
“Geçen sene beni yalnız bırakan annemi cennette görüyorum. Beni çok özlediğini söylüyor, pamuk elleriyle başımı okşamak istiyor; tam elini uzatıyor, uyanıyorum.”
Yanaklarına süzülen yaşları sildikten sonra derin bir iç çekip, sözlerine kaldığı yerden devam etti.
“Onu o kadar çok özledim ki… Belki aynı rüyayı tekrar görürüm, belki rüya kaldığı yerden devam eder diye tekrar uyuyor, uyanmak istemiyorum; ancak rüya kaldığı yerden devam etmiyor…” Daha fazlasını anlatacak gücü kalmamıştı. Titreyen sesiyle son bir cümle daha kurdu.
“Rüyamda da olsa, bir defa başımı okşamasını, ona doya doya sarılmayı o kadar çok isterdim ki…”
Ve öğretmen belki de yıllar sonra ilk kez bu kadar dağılmış, boğazı düğümlenmişti.
Sessizce sandalyesine çöküp, kendinden utanırcasına ağlamaya başladı.