Gündem her saat başı değişiyor. Pazartesi günü Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın tutuklanmasını tartışırken, gece Bolu Kartalkaya’da meydana gelen ve son açıklamalara göre 78 kişinin vefat ettiği 52 kişinin de yaralandığı yangın faciasıyla sabah uyandık. Şimdi gündemde yangın var.
Oysa, bir hafta öncesinde İstanbul Beşiktaş Belediyesi’ndeki ihale yolsuzlukları iddialarını tartışıyorduk. Siyasi gündem kadar ülkemizdeki normal olaylara yönelik gündemlerde sürekli ve hızlı bir şekilde değişiyor. Hangi olayın ne kadar taze hangisinin bizim mesleki deyimle bayatlamış haber olduğunu ayırt emekte gerçekten zorlanıyoruz.
Şimdi, TV ekranlarında iki ayrı konu tartışılıyor. Birincisi,Bolu yangını ve neticesinde ortaya çıkan facia. İhmaller zinciri. Denetimsizlik, başıbozukluk diyebileceğiz, vurdum duymazlık iddiaları.
İkincisi ise yetki kıskançlığı. Hani, ruhsatı ben vereceğim, sen vereceksin. Denetimi ben yapacağım, sen yapacaksın meselesi. Bu kıskançlık bürokrasinin de işine geliyor, siyasetçilerimizin de. Ama, böylesi istenmeyen bir olay ve toplumda infial yaratan bir sonuçla karşılaşıldığında, insanların yanarak ölmesi, dumandan zehirlenmesi iddiasıyla hayatlarını kaybetmesi. Üzücü. Çok üzücü ve aileleri perişan eden, toplumu üzüntüye boğan olaylar bunlar.
Bu tür olaylardan sonra, sorumluluk almak istemeyenlerin geçmişte yaptıkları yetki kıskançlığı ve birbirlerini suçlar açıklamaları, beyanları ise kabul edilebilir değil.
Herkes şapkasını önüne koyup, iyice düşünmeli. Ki, eğriler, doğrular bir an önce ortaya çıksın. İktidar, muhalefet, siyasi suçlamaları bırakalım artık, bu işlere ne sebep oldu? Önlem alınması için neler yapılmalı? Diye düşünce ve fikirler üretilmeli, hep beraber. Nerede, ne aksaklık varsa, düzeltilmesi için çareler aranmalı. Yoksa, yetki kıskançlığı gibi, siyasi kısır çekişmelerden vatana, millete, ülkeye, yangınların önlenmesine, sorumluların sorumluluk sahibi olmaktan imtina eder beyanlarda bulunmasına etki edecek ve kar sağlayacak bir şey yok ortada.
Ortada yanarak yitip giden canlar var. Önlem alınmadığı iddiaları var. Bu işin sorumlularının ortaya çıkarılıp, kamuoyunun aydınlatılması beklentisi var. Bolu Kartalkaya’daki otel yangını söndürüldü. İçinden bir sürü cenaze çıkarıldı. Canını zor kurtaran insanlarımız, yaşadıklarını anlatıyorlar. Acıyı çeken bilir. Otel yangını söndürüldü ama bizim yüreğimizdeki alevler henüz sönmedi.
Yine bir kısır çekişme ve siyasi güç gösterisi olaylarını yaşamak istemiyoruz toplum olarak. Çünkü, bizler hem ekonomik güçlükleri yaşamış, hem de siyasi ayak oyunlarına alışmış bir toplum olduk artık. Mevlana’nın ifade buyurduğu gibi, “dün dünde kaldı cancağazım. Bugün artık yeni bir şeyler söylemek lazım.”
Bugün tarih 24 Ocak 2025. Bu tarihten şimdi 45 yıl geriye gidelim. Bazı olayları unutmamak, bazılarını da vakti zamanı geldiğinde hatırlatmak gerekiyor.
Türkiye, 1980 yılları öncesinde döviz sıkıntısı ve enflasyon başta olmak üzere tarihinin en ciddi ekonomik sıkıntılarını yaşadığı bir dönemden geçiyordu. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Türkiye ekonomisinin yönetimini 5 Aralık 1979 tarihinde Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı görevine getirilen Turgut Özal’a verdi. Özal, Türkiye’deki ekonomik istikrarsızlığı gidermek, üretimin azalması ve karaborsacılığın oluşması gibi nedenlerin ortadan kaldırılması, kamu harcamalarının sınırlandırılması, ücretlerin düşürülmesi, serbest döviz kuru gibi ekonomik önlemler için Türkiye tarihine geçen 24 Ocak Kararları’nı yazdı. Özal’ın 24 Ocak Kararları, işçi sınıfı ve halktan gelen tepkiler nedeniyle istenildiği gibi uygulanamadı. Kararların uygulanabileceği toplumsal, 12 Eylül darbesi yapıldıktan kısa bir süre sonra Özal, emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu’nun başbakanlığında kurulan hükümette ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı olarak görevlendirildi.
Neoliberal ekonomik politikaları uygulamaya koyan 24 Ocak İstikrar Programı ile sosyal devlet ortadan kaldırılarak dışa açılma, ihracatı artırma ve kamuda özelleştirme amaçlandı. Türkiye ekonomisini köklü bir dönüşüme zorlayan 24 Ocak Kararları’nın etkisi 45 yıldır sürüyor.
Özal, o dönemde“Ekonomide öyle kararlar alıyoruz ki bu kararlardan geri dönüş olamayacak” demişti. Program ile başlayan özelleştirmelerin, 1986-2020 döneminde toplam tutarı 70.4 milyar doları buldu. Kamu mallarının, kaynaklarının satılması, devlete gelir elde edilmesine başlanıldı. Özelleştirme adıyla yapılan işler, bu işlemlerin yüzde 89’luk kısmı AK Parti döneminde gerçekleştirildi. 2013 yılında elektrik dağıtım şirketleri ve hidroelektrik santrallerinden yapılan özelleştirme ile bugünkü kabaran faturalara gelindi. 24 Ocak Kararları ile Türkiye’de kısa vadeli amaçlar belirlemek ile birlikte özellikle uzun vadeli hedeflere yönelme çabası öne çıktı. Özellikle 1980-1983 yılları arasında yürürlüğe konulan ve IMF ile imzalanan “stand–by” anlaşması çerçevesinde belirlenen önlemler şunlardı:
Para arzının kısılması ve “serbest faiz”e geçilmesi, Türk Lirası’nın yüksek oranda devalüe edilmesi, Kamu harcamalarının kısılması, bütçe açığının küçültülmesi, KİT ürünlerine açıklarını kapatmaları için zam yapma yetkisinin verilmesi,Sübvansiyonların asgariye indirilmesi ve fiyat kontrollerinin azaltılması,Esnek döviz kuru uygulamasına geçilmesi,Yabancı sermaye girişini hızlandıracak önlemlerin alınması,İhracata dayalı sanayileşme özendirilirken, ihracata (vergi, ucuz kredi ve döviz kullanım kolaylıkları) sürekli destek verilmesi.
24 Ocak İstikrar programında hedeflendiği gibi para arzı artış oranı ilk üç yılda giderek azaltıldı. Bunda Merkez Bankası (MB) kredilerinin önceki yıllara oranla daha az kullanılması etkili oldu. Bankalar sistemi aracılığı ile kaynak yaratılmaya başlanmasıyla, kamu kesimi yerini özel sektöre bırakmaya başladı. Bu kararlarla birlikte 1980’de yüzde 107,2 olan enflasyon oranı 1981’de yüzde 36,2’ye, 1982’de ise yüzde 25,2’ye düştü.
Para Türk lirası önemli ölçüde devalüe edildi. Bir yıl içinde iki katına çıkarılan dolar rakamı, 24 Ocak 1980’de tekrar artırılarak 47 liradan 70 liraya çıkarıldı. 1987 yılı sonunda ise bin lira dolaylarına ulaştı. İhracatta artış yaşandı. 1979’da ulusal gelirin yüzde 3,4’üne inen ihracat, 1980’lerde devamlı olarak yükseldi ve 1987’de bu oran yüzde 16 oldu. Programla ithalat özgür bırakıldı, vergiler indirildi,
Kasım 1983’te Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi (ANAP) tek başına iktidara geldikten sonra emek karşıtı neoliberal politikalarını uygulamaya devam etti. 24 Ocak Kararları’nın yaratmış olduğu sonuçlara karşı işçiler greve gitti. Darbenin yapıldığı 12 Eylül 1980 tarihinde 14 işkolunda, 178 işyerinde, yaklaşık 54 bin işçi grevdeydi. 1970 yılında Türkiye’nin brüt dış borcu 2.7 milyar dolardı ve o yılın Gayri Safi Yurtiçi Hasılasının (GSYH) yüzde 15,8’ine tekabül ediyordu.
1980 yılına gelindiğinde ise Türkiye’nin brüt dış borcu 19,1 milyar dolar, borcun GSYH içindeki payı ise yüzde 27,8 civarındaydı. 2021 yılının ilk çeyreğinde ise Türkiye’nin brüt dış borcu 430.7 milyar dolar, GSYH’ye oranı da yüzde 59,1 olarak açıklandı.
Şimdi, ülkemizdeki ekonomi ile yakından ilgilenen ve bütün sorumluluğu 22 yıldır iktidarda bulunan siyasi parti ve lidere bağlayanların bir kez daha geriye dönüp bakmalarında fayda olduğunu düşünülüyor. Çünkü, şu anda ülkemizde uygulanan Orta Vadeli Ekonomik Program ile 45 yıl önce uygulamaya konulan ve 5 yıl içinde başarı elde edilen ekonomik program arasında nerede ise yüzde yüz uyum benzerlik var.
Sözün özü, bugün yaşadıklarımız 45 yıl önce de yaşanılan ekonomik zorluk ve güçlüklerle aynı. Ekonomideki kaynar kazan devam ederken, insanların, ailelerin mutfaklarındaki tencere içi boş kaynamaya devam ediyor.
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Muharrem KARABULUT
Tüten dumanlar
Gündem her saat başı değişiyor. Pazartesi günü Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın tutuklanmasını tartışırken, gece Bolu Kartalkaya’da meydana gelen ve son açıklamalara göre 78 kişinin vefat ettiği 52 kişinin de yaralandığı yangın faciasıyla sabah uyandık. Şimdi gündemde yangın var.
Oysa, bir hafta öncesinde İstanbul Beşiktaş Belediyesi’ndeki ihale yolsuzlukları iddialarını tartışıyorduk. Siyasi gündem kadar ülkemizdeki normal olaylara yönelik gündemlerde sürekli ve hızlı bir şekilde değişiyor. Hangi olayın ne kadar taze hangisinin bizim mesleki deyimle bayatlamış haber olduğunu ayırt emekte gerçekten zorlanıyoruz.
Şimdi, TV ekranlarında iki ayrı konu tartışılıyor. Birincisi, Bolu yangını ve neticesinde ortaya çıkan facia. İhmaller zinciri. Denetimsizlik, başıbozukluk diyebileceğiz, vurdum duymazlık iddiaları.
İkincisi ise yetki kıskançlığı. Hani, ruhsatı ben vereceğim, sen vereceksin. Denetimi ben yapacağım, sen yapacaksın meselesi. Bu kıskançlık bürokrasinin de işine geliyor, siyasetçilerimizin de. Ama, böylesi istenmeyen bir olay ve toplumda infial yaratan bir sonuçla karşılaşıldığında, insanların yanarak ölmesi, dumandan zehirlenmesi iddiasıyla hayatlarını kaybetmesi. Üzücü. Çok üzücü ve aileleri perişan eden, toplumu üzüntüye boğan olaylar bunlar.
Bu tür olaylardan sonra, sorumluluk almak istemeyenlerin geçmişte yaptıkları yetki kıskançlığı ve birbirlerini suçlar açıklamaları, beyanları ise kabul edilebilir değil.
Herkes şapkasını önüne koyup, iyice düşünmeli. Ki, eğriler, doğrular bir an önce ortaya çıksın. İktidar, muhalefet, siyasi suçlamaları bırakalım artık, bu işlere ne sebep oldu? Önlem alınması için neler yapılmalı? Diye düşünce ve fikirler üretilmeli, hep beraber. Nerede, ne aksaklık varsa, düzeltilmesi için çareler aranmalı. Yoksa, yetki kıskançlığı gibi, siyasi kısır çekişmelerden vatana, millete, ülkeye, yangınların önlenmesine, sorumluların sorumluluk sahibi olmaktan imtina eder beyanlarda bulunmasına etki edecek ve kar sağlayacak bir şey yok ortada.
Ortada yanarak yitip giden canlar var. Önlem alınmadığı iddiaları var. Bu işin sorumlularının ortaya çıkarılıp, kamuoyunun aydınlatılması beklentisi var. Bolu Kartalkaya’daki otel yangını söndürüldü. İçinden bir sürü cenaze çıkarıldı. Canını zor kurtaran insanlarımız, yaşadıklarını anlatıyorlar. Acıyı çeken bilir. Otel yangını söndürüldü ama bizim yüreğimizdeki alevler henüz sönmedi.
Yine bir kısır çekişme ve siyasi güç gösterisi olaylarını yaşamak istemiyoruz toplum olarak. Çünkü, bizler hem ekonomik güçlükleri yaşamış, hem de siyasi ayak oyunlarına alışmış bir toplum olduk artık. Mevlana’nın ifade buyurduğu gibi, “dün dünde kaldı cancağazım. Bugün artık yeni bir şeyler söylemek lazım.”
Bugün tarih 24 Ocak 2025. Bu tarihten şimdi 45 yıl geriye gidelim. Bazı olayları unutmamak, bazılarını da vakti zamanı geldiğinde hatırlatmak gerekiyor.
Türkiye, 1980 yılları öncesinde döviz sıkıntısı ve enflasyon başta olmak üzere tarihinin en ciddi ekonomik sıkıntılarını yaşadığı bir dönemden geçiyordu. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Türkiye ekonomisinin yönetimini 5 Aralık 1979 tarihinde Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı görevine getirilen Turgut Özal’a verdi. Özal, Türkiye’deki ekonomik istikrarsızlığı gidermek, üretimin azalması ve karaborsacılığın oluşması gibi nedenlerin ortadan kaldırılması, kamu harcamalarının sınırlandırılması, ücretlerin düşürülmesi, serbest döviz kuru gibi ekonomik önlemler için Türkiye tarihine geçen 24 Ocak Kararları’nı yazdı. Özal’ın 24 Ocak Kararları, işçi sınıfı ve halktan gelen tepkiler nedeniyle istenildiği gibi uygulanamadı. Kararların uygulanabileceği toplumsal, 12 Eylül darbesi yapıldıktan kısa bir süre sonra Özal, emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu’nun başbakanlığında kurulan hükümette ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı olarak görevlendirildi.
Neoliberal ekonomik politikaları uygulamaya koyan 24 Ocak İstikrar Programı ile sosyal devlet ortadan kaldırılarak dışa açılma, ihracatı artırma ve kamuda özelleştirme amaçlandı. Türkiye ekonomisini köklü bir dönüşüme zorlayan 24 Ocak Kararları’nın etkisi 45 yıldır sürüyor.
Özal, o dönemde“Ekonomide öyle kararlar alıyoruz ki bu kararlardan geri dönüş olamayacak” demişti. Program ile başlayan özelleştirmelerin, 1986-2020 döneminde toplam tutarı 70.4 milyar doları buldu. Kamu mallarının, kaynaklarının satılması, devlete gelir elde edilmesine başlanıldı. Özelleştirme adıyla yapılan işler, bu işlemlerin yüzde 89’luk kısmı AK Parti döneminde gerçekleştirildi. 2013 yılında elektrik dağıtım şirketleri ve hidroelektrik santrallerinden yapılan özelleştirme ile bugünkü kabaran faturalara gelindi. 24 Ocak Kararları ile Türkiye’de kısa vadeli amaçlar belirlemek ile birlikte özellikle uzun vadeli hedeflere yönelme çabası öne çıktı. Özellikle 1980-1983 yılları arasında yürürlüğe konulan ve IMF ile imzalanan “stand–by” anlaşması çerçevesinde belirlenen önlemler şunlardı:
Para arzının kısılması ve “serbest faiz”e geçilmesi, Türk Lirası’nın yüksek oranda devalüe edilmesi, Kamu harcamalarının kısılması, bütçe açığının küçültülmesi, KİT ürünlerine açıklarını kapatmaları için zam yapma yetkisinin verilmesi,Sübvansiyonların asgariye indirilmesi ve fiyat kontrollerinin azaltılması,Esnek döviz kuru uygulamasına geçilmesi,Yabancı sermaye girişini hızlandıracak önlemlerin alınması,İhracata dayalı sanayileşme özendirilirken, ihracata (vergi, ucuz kredi ve döviz kullanım kolaylıkları) sürekli destek verilmesi.
24 Ocak İstikrar programında hedeflendiği gibi para arzı artış oranı ilk üç yılda giderek azaltıldı. Bunda Merkez Bankası (MB) kredilerinin önceki yıllara oranla daha az kullanılması etkili oldu. Bankalar sistemi aracılığı ile kaynak yaratılmaya başlanmasıyla, kamu kesimi yerini özel sektöre bırakmaya başladı. Bu kararlarla birlikte 1980’de yüzde 107,2 olan enflasyon oranı 1981’de yüzde 36,2’ye, 1982’de ise yüzde 25,2’ye düştü.
Para Türk lirası önemli ölçüde devalüe edildi. Bir yıl içinde iki katına çıkarılan dolar rakamı, 24 Ocak 1980’de tekrar artırılarak 47 liradan 70 liraya çıkarıldı. 1987 yılı sonunda ise bin lira dolaylarına ulaştı. İhracatta artış yaşandı. 1979’da ulusal gelirin yüzde 3,4’üne inen ihracat, 1980’lerde devamlı olarak yükseldi ve 1987’de bu oran yüzde 16 oldu. Programla ithalat özgür bırakıldı, vergiler indirildi,
Kasım 1983’te Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi (ANAP) tek başına iktidara geldikten sonra emek karşıtı neoliberal politikalarını uygulamaya devam etti. 24 Ocak Kararları’nın yaratmış olduğu sonuçlara karşı işçiler greve gitti. Darbenin yapıldığı 12 Eylül 1980 tarihinde 14 işkolunda, 178 işyerinde, yaklaşık 54 bin işçi grevdeydi. 1970 yılında Türkiye’nin brüt dış borcu 2.7 milyar dolardı ve o yılın Gayri Safi Yurtiçi Hasılasının (GSYH) yüzde 15,8’ine tekabül ediyordu.
1980 yılına gelindiğinde ise Türkiye’nin brüt dış borcu 19,1 milyar dolar, borcun GSYH içindeki payı ise yüzde 27,8 civarındaydı. 2021 yılının ilk çeyreğinde ise Türkiye’nin brüt dış borcu 430.7 milyar dolar, GSYH’ye oranı da yüzde 59,1 olarak açıklandı.
Şimdi, ülkemizdeki ekonomi ile yakından ilgilenen ve bütün sorumluluğu 22 yıldır iktidarda bulunan siyasi parti ve lidere bağlayanların bir kez daha geriye dönüp bakmalarında fayda olduğunu düşünülüyor. Çünkü, şu anda ülkemizde uygulanan Orta Vadeli Ekonomik Program ile 45 yıl önce uygulamaya konulan ve 5 yıl içinde başarı elde edilen ekonomik program arasında nerede ise yüzde yüz uyum benzerlik var.
Sözün özü, bugün yaşadıklarımız 45 yıl önce de yaşanılan ekonomik zorluk ve güçlüklerle aynı. Ekonomideki kaynar kazan devam ederken, insanların, ailelerin mutfaklarındaki tencere içi boş kaynamaya devam ediyor.