Yirmi beş yıl önce tanıştığım ‘‘Alamanyalı Kameletttin’’den duymuştum ilk kez.
Almanya’da on yıllarca çalıştıktan sonra yurda kesin dönüş yapmış, oto park kahyası Resul’de bu lakabı takmıştı ona.
Eli öyle bol bir adamdı ki Alamanyalı Kemalettin, sahibi olduğu internet kafede biz arkadaşlarından zinhar para almaz,sürekli yiyecek içecek bir şeyler ikram eder, ne ikram etse de önce gözümüz doyardı.
Örneğin kaşarlı tost onun indinde 200 gram kaşara denk gelirdi.Korkudan çift kaşarlı bile diyemezdik.
Bir bardak çay içip kaçacağım demekte na mümkündü. En az üç, bazen beş bardak çayını içmeyene gönül koyardı.
Yeter artık yahu dediğimizde de ‘‘Artmadan yetmez’’ derdi…
Tabi o yıllarda bu deyimin bir karşılığı vardı hayatlarımızda.
Cennet mekan babam Türk Alman Kültür Derneği Bursa Başkanı iken bir vesile ile kısa süreliğine Almanya’ya gitmiş, dönüşünde de ‘‘Almanlar elmayı,armutu,ayvayı filan tane ile alıyorlar’’ demişti de, çok şaşırmış hatta yoksulluklarından dolayı onlar adına üzülmüştüm bile…
Çocukluk işte…
Neyse.
Bir hatırlayın bakalım;
Eskiden evinize neler çuvalla alınırdı, neler kasayla,neler küfeyle, neler kilo kilo…
Siz içinizden sayadurun ben devam edeyim yazıya;
Şimdikiler pek farkında değiller ama bizim için bereket sözcüğü çok kıymetliydi.
Nesilden nesile aktarılan bir yaşam öğretisiydi.
İçinde bereket olmayan hiç bir iyi dileğimiz de olmazdı.
Su içerken bir yandan da dalga geçtiğimde rahmetli babaannem kızar, ‘‘Oynaşmadan iç şunu; bereketini kaçıracaksın’’ derdi.
Bereket çok mühim meseleydi; belki de en mühim mesele…
Artık insanlar bardakla sıvı yağ,gramla et,yarım tavuk,çeyrek bilmem ne vs alırlarken, ambalajlarını mini ürün ayağına iyice küçülten firmalara her gün bir yenisi eklenirken çok daha iyi anlıyorum ki,
Bizim en büyük büyük sorunumuz hayatımızın ve ona dair neyimiz varsa hepsinin bereketinin kaçması…
Medya eski savaş dönemlerinde ki yoksullaşmış,kuyruklarda bekleşen,pazar atııkları toplayan,çöp konteynerlerinden yiyecek arayan insan yığınlarını andıran görüntülerle dolu.
Ve ne yazık ki hepsi de gerçek.
‘‘Gün günden iyi olacağımıza gün günden beter oluyoz’’ derdi eskiden tanıdığım biri.
Onu dediği günler bile beterlikte yaya kaldılar bu günlerde.
Yanlış anlaşılmasın;
Derdim marketten,pazardan,çarşıdan şunu bunu alamıyoruz artık diye fakir edebiyatı yapmak değil;
Sadece korkuyorum; hem de çok korkuyorum.
İşin içinden iyice çıkılmaz hal alarak ,artmadan yetmezi özdeyiş yapmış bir ulusun, tadamadan yaşamaya mahkum olmasından, artıkların peşine düşmesinden, ülkemin maddi fakirliğin tetiklediği daha doğrusu azdırdığı manevi yoksulluğa bulanmasından en çokta bunun gelecek kuşaklarımızla aramızda açması kuvvetle muhtemel olan derin uçurumun dibinde bizi neyin beklediğinden.
Ve daha pek çok şeyden…
Bakalım artan bunca sıkıntı ne zaman yetecek?
Çaresiz bu yazıyı da umutsuzluğumun ruh haletime tavan yaptırdığı diğer bazı yazılarımda olduğu gibi bitireceğim;
Tanrı Türk’ü korusun.
İşimiz artık tamamen ona kaldı çünkü…
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Olcay ERÖZDEN
Artmadan Yetmez(di)
Yirmi beş yıl önce tanıştığım ‘‘Alamanyalı Kameletttin’’den duymuştum ilk kez.
Almanya’da on yıllarca çalıştıktan sonra yurda kesin dönüş yapmış, oto park kahyası Resul’de bu lakabı takmıştı ona.
Eli öyle bol bir adamdı ki Alamanyalı Kemalettin, sahibi olduğu internet kafede biz arkadaşlarından zinhar para almaz,sürekli yiyecek içecek bir şeyler ikram eder, ne ikram etse de önce gözümüz doyardı.
Örneğin kaşarlı tost onun indinde 200 gram kaşara denk gelirdi.Korkudan çift kaşarlı bile diyemezdik.
Bir bardak çay içip kaçacağım demekte na mümkündü. En az üç, bazen beş bardak çayını içmeyene gönül koyardı.
Yeter artık yahu dediğimizde de ‘‘Artmadan yetmez’’ derdi…
Tabi o yıllarda bu deyimin bir karşılığı vardı hayatlarımızda.
Cennet mekan babam Türk Alman Kültür Derneği Bursa Başkanı iken bir vesile ile kısa süreliğine Almanya’ya gitmiş, dönüşünde de ‘‘Almanlar elmayı,armutu,ayvayı filan tane ile alıyorlar’’ demişti de, çok şaşırmış hatta yoksulluklarından dolayı onlar adına üzülmüştüm bile…
Çocukluk işte…
Neyse.
Bir hatırlayın bakalım;
Eskiden evinize neler çuvalla alınırdı, neler kasayla,neler küfeyle, neler kilo kilo…
Siz içinizden sayadurun ben devam edeyim yazıya;
Şimdikiler pek farkında değiller ama bizim için bereket sözcüğü çok kıymetliydi.
Nesilden nesile aktarılan bir yaşam öğretisiydi.
İçinde bereket olmayan hiç bir iyi dileğimiz de olmazdı.
Su içerken bir yandan da dalga geçtiğimde rahmetli babaannem kızar, ‘‘Oynaşmadan iç şunu; bereketini kaçıracaksın’’ derdi.
Bereket çok mühim meseleydi; belki de en mühim mesele…
Artık insanlar bardakla sıvı yağ,gramla et,yarım tavuk,çeyrek bilmem ne vs alırlarken, ambalajlarını mini ürün ayağına iyice küçülten firmalara her gün bir yenisi eklenirken çok daha iyi anlıyorum ki,
Bizim en büyük büyük sorunumuz hayatımızın ve ona dair neyimiz varsa hepsinin bereketinin kaçması…
Medya eski savaş dönemlerinde ki yoksullaşmış,kuyruklarda bekleşen,pazar atııkları toplayan,çöp konteynerlerinden yiyecek arayan insan yığınlarını andıran görüntülerle dolu.
Ve ne yazık ki hepsi de gerçek.
‘‘Gün günden iyi olacağımıza gün günden beter oluyoz’’ derdi eskiden tanıdığım biri.
Onu dediği günler bile beterlikte yaya kaldılar bu günlerde.
Yanlış anlaşılmasın;
Derdim marketten,pazardan,çarşıdan şunu bunu alamıyoruz artık diye fakir edebiyatı yapmak değil;
Sadece korkuyorum; hem de çok korkuyorum.
İşin içinden iyice çıkılmaz hal alarak ,artmadan yetmezi özdeyiş yapmış bir ulusun, tadamadan yaşamaya mahkum olmasından, artıkların peşine düşmesinden, ülkemin maddi fakirliğin tetiklediği daha doğrusu azdırdığı manevi yoksulluğa bulanmasından en çokta bunun gelecek kuşaklarımızla aramızda açması kuvvetle muhtemel olan derin uçurumun dibinde bizi neyin beklediğinden.
Ve daha pek çok şeyden…
Bakalım artan bunca sıkıntı ne zaman yetecek?
Çaresiz bu yazıyı da umutsuzluğumun ruh haletime tavan yaptırdığı diğer bazı yazılarımda olduğu gibi bitireceğim;
Tanrı Türk’ü korusun.
İşimiz artık tamamen ona kaldı çünkü…