Hava Durumu
TR
Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文
TR
Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文

Alper Görmüş: Balyoz’da Erdoğan ve Gül tanık olarak dinlenmeli

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek’in ‘Darbe Günlüklerini’ ortaya çıkaran gazeteci Alper Görmüş, yeniden görülmeye başlayan Balyoz davasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile eski cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün...

Haber Giriş Tarihi: 28.11.2014 10:13
Haber Güncellenme Tarihi: 28.11.2014 10:13
Kaynak: Haber Merkezi
https://www.bursahaber.com/
Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek’in ‘Darbe Günlüklerini’ ortaya çıkaran gazeteci Alper Görmüş, yeniden görülmeye başlayan Balyoz davasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile eski cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün tanık olarak dinlenmesi gerektiğini belirtti.

Görmüş, Anayasa Mahkemesi’nin Balyoz davasıyla ilgili geçtiğimiz haziran ayında verdiği “hak ihlali” kararının ardından İstanbul Anadolu 4. Ağır Ceza Mahkemesinde yeniden görülmeye başlayan 236 sanıklı davanın gölgede kalan ve unutulan ayrıntılarını, Aljazeera Turk’ün aljazeera.com.tr sitesinde 7 gün süren yazı dizisiyle masaya yatırdı.

Alper Görmüş, Balyoz darbe planlarının yapıldığı 2003 yılından bugüne ortaya çıkan bilgi ve belgelerin yanı sıra Erdoğan ve Gül’ün çeşitli tarihlerde kamuoyu önünde yaptığı açıklamalara yer vererek, “Her iki politik şahsiyet de sonraki tarihlerde, olan bitenden zamanında haberleri olduğunu ve gereken kurumların bilgilendirildiğini açıklamışlardır.” Değerlendirmesini yaptı. Alper Görmüş’ün yazı dizisinde yer alan bazı pasajlar şöyle:

“ “Biz Türkiye Cumhuriyeti devletini yönetiyoruz. Şu anda söyleyebileceklerim var, söyleyemeyeceklerim var. Her şeyi, her zaman, her yerde söyleyemeyiz. Ama Allah izin verirse biz bunları ileride kaleme alacağız. (...) Arapların bir sözü vardır. Sırrı şöyle tarif ederler: ‘İki dudağın arasından çıktı mı esiri olursun.’ Bizim de bazı sırlarımız var. Fatih, ‘Sakalım bilse sakalımı keserim’ demişti.”
Başbakan (şimdi Cumhurbaşkanı) Recep Tayyip Erdoğan, 12 Eylül 2012’de gittiği Kiev’de sarf etmişti bu sözleri... Etrafını saran gazeteciler konuyu Balyoz’dan açmıştı ve malûm, Balyoz’un konusu da başında bulunduğu partinin kurduğu hükümeti devirmeye yönelik bir darbe planından ibaretti.
Dahası da vardı: Bir gazeteci, “Yani Balyoz’da kamuoyunun bildiğinden daha karanlık tablolar mı var” diye sormuş, Erdoğan soruya “var tabii canım” karşılığını vermişti.
Ertesi gün bütün gazetelerde yer alan bu sözler, suya yazılmış gibi yok hükmünde sayıldı; ne gazeteciler deşti bu sözleri ne de siyasetçiler... Fakat tabii çok daha önemlisi, davanın görüldüğü mahkeme de, “Başbakan bizim baktığımız davayla ilgili çok önemli şeyler söylüyor, zaten davanın bir numaralı mağduru durumunda, çağıralım da tanık olarak dinleyelim” demedi.

(…)

Erdoğan (Aralık, 2003): ‘Her şeyi biliyoruz...’

2003 Mart’ında neler yaşandığına dair ilk bilgiyi yine kapalı, sırlı cümleler eşiğinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan o yılın Aralık’ında duyurmuştu kamuoyuna...
2 Aralık 2003... Başbakan Erdoğan partisinin grup toplantısında iki hafta önceki (15-20 Kasım) sinagoglar, HSBC ve İngiliz Konsolosluğu’na yönelik bombalamalarla ilgili olarak konuşmaktaydı... Fakat Başbakan birdenbire konuyu değiştirip çok farklı şeyler söylemeye başlamıştı: “Vakti saati geldiğinde fikir, düşünce planında, demokrasi çerçevesi içinde hesaplaşacakları” birilerine işaret ediyor, üstelik “bunun da belgesi, bilgisi, delilleri, her şeyi elimizdedir” diyordu. (2 Aralık 2003, Erdoğan’ın partisinin grup toplantısındaki sözleri.)
(…)
Başbakan’ın 2 Aralık 2003’te neyi imâ ettiği, Ergenekon ve Balyoz davalarının başlamasından sonra açıklığa kavuşacaktı.
Başbakan’ı o şekilde konuşmaya sevk eden ilk bilgi, 5-7 Mart 2003 tarihlerinde İstanbul Birinci Ordu’da yapılan plan seminerine dair ses kayıtlarıydı... Balyoz darbe davası sanığı emekli orgeneral Ergin Saygun, 27 Mart 2012 tarihli duruşmada söz alarak şöyle dedi:

“Plan seminerlerinin kasetleri, seminerden birkaç gün sonra dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’a Başbakan tarafından verilmiştir. (...) Ayrıca Aytaç Yalman bu davada tanık olarak dinlenmelidir.”
Aytaç Yalman, Saygun’un iddiasını izleyen günlerde Tufan Türenç’e verdiği bir söyleşide bu bilgiyi kısmen doğrulayacaktı (Hürriyet, 2 Eylül 2012). Tek farkla: Yalman’a göre kasetleri Başbakan Erdoğan Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’e vermiş, o da kendisini çağırarak kasetler konusunda onu bilgilendirmiş fakat muhteviyatını açıklamamıştı. Yalman’ın sözleri tam olarak şöyleydi:

“Söz konusu kasetler zamanın başbakanına verilmiştir. Başbakan da durumu Hilmi Paşa’ya aktarmış. Ben kasetlerin varlığını Hilmi Paşa’dan öğrendim. Kasetlerin muhteviyatini bilmiyordum. Yıllar sonra televizyondan öğrendim. Hilmi Paşa da muhteviyatı konusunda bana bilgi vermedi. Zamanında bilgilendirilmiş olsaydım gerekli işlemi yapardım.”
Başbakan Erdoğan’ın 2 Aralık 2003 tarihli Meclis konuşmasında, “belgesi, bilgisi, delilleri, her şeyi elimizde” dediği ve “demokrasi çerçevesi içinde hesaplaşacakları”nı vaat ettiği güçler, o konuşmadan dokuz yıl sonra işte bu itiraflarla ortaya çıkmıştı.

5-7 Mart 2003’teki plan semineri görüntüsü altındaki darbe planının ses kayıtları, Ergin Saygun’un dediği gibi, o tarihten sadece birkaç gün sonra Başbakan’ın eline geçmişti. Peki, Başbakan 5-7 Mart’a dair imâsını neden o günlerde değil de dokuz ay sonra, 2 Aralık 2003’te yapmıştı?
Bunun net bir cevabı vardı: 19 Kasım 2003’te Milli İstihbarat Teşkilatı’nın önüne koyduğu Ergenekon dosyası.

19 Kasım 2003: MİT’ten Başbakan’a Ergenekon dosyası

Ergenekon soruşturması başladıktan sonra Savcı Zekeriya Öz Başbakanlığa yazdığı bir yazıda, MİT’e sordukları bir soruya 9 Mayıs 2008’de cevap geldiğini; cevapta, “Ergenekon yapılanması ile alakalı olarak yapılan çalışmaların 19.11.2003 tarihinde Sn. BAŞBAKAN’A sunulduğu” bilgisinin yer aldığını hatırlatıyordu. Öz, ardından da “uygun görüldüğü takdirde” MİT’in bu çalışmasının kendilerine iletilmesini arz ediyordu.
19 Kasım 2003, sinagog bombalamalarından (15 Kasım) dört gün sonrasına, HSBC ve İngiliz Konsolosluğu bombalamalarından ise (20 Kasım) bir gün öncesine tekabül ediyordu.
Şimdi tekrar 2 Aralık 2003 konuşmasına dönebiliriz... Başbakan, Ergenekon dosyasının kendisine sunulduğu 19 Kasım’a kadar bombalamalarla ilgili olarak sadece El Kaide teröründen ve “dinci terör”den (evet!) söz ederken, ne olmuştu da 2 Aralık 2003 konuşmasında birdenbire vakti saati geldiğinde hesaplaşılacak demokrasi dışı güçlerden söz etme ihtiyacı duymuştu?

Çünkü o dosya, Mart 2003’te öğrendiği darbe planından sonra bardağı taşıran damla işlevi görmüştü.
Eldeki bilgileri bir parça speküle ederek şimdi artık şöyle diyebiliriz: Erdoğan o günlerde gerçekten de 2003 boyunca yürütülen darbeci-müdahaleci faaliyetlerin tümünden haberdardı, fakat güç dengeleri açık bir meydan okumaya imkân vermediği için kast ettiği çevrelere böylece üstü örtülü bir mesaj göndermiş, “her şeyinizi biliyorum, daha fazlasına cüret etmeyin” demeye getirmişti.
Fakat dinleyen kimdi? Erdoğan’ın Meclis’te o konuşmayı yapmasından bir gün sonra, 3 Aralık 2003’te Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) bütün generalleri Genelkurmay’da toplanacak ve Genelkurmay Başkanı’nı “şeriatçı hükümete müdahale” konusunda ikna etmeye çalışacaklardı.

Hilmi Özkök, geçtiğimiz haftalarda mahkemede iki kez ifade verdi. 3 Kasım tarihli ilk ifadesinde Balyoz, Çarşaf, Oraj ve Suga gibi planlardan haberi olmadığını ve bunları ilk kez basından duyduğunu söyledi. Kulağına bazı dedikodular gelmişti ama bunlar “kimse hakkında dava açılacak, soruşturma açılacak kadar ciddi değildi."
Bence Özkök’e sorulan en kritik soru 10 Kasım’daki ikinci duruşmada, sanık Ali İhsan Çuhadaroğlu’ndan gelen soruydu:

“Ergin Saygun mahkemede, Aytaç Yalman’a seminer ses kayıtlarını dönemin Başbakanı Abdullah Gül’ün verdiğini kaydetti. Size gelen ses kasetleri yasal ses kaydı mıydı? Ses kaydı resmi olarak alındı mı?”
Özkök, bu soruya “bilgisinin olmadığı” cevabını verdi. (hurriyet.com.tr, 10 Kasım 2014).
İşte bu kadar... Mahkeme heyeti ve savcı bu cevabı yeterli buldu ve meseleyi orada kesiverdi. Oysa Hilmi Özkök’ün tanıklık tarzının inceliklerini bilen bir heyet o konuyu orada bırakmaz, deşerdi.
Bu “tarz”ın incelikleri Hilmi Özkök’ün 2009’daki Ergenekon davası tanıklığında ortaya çıkmıştı ve ben o zamanlar, oradan hareketle, Hilmi Özkök tarzı tanıklığın incelikleri gözetilmeden, dolayısıyla ona doğru sorular sorulmadan sonuç alınamayacağını belirten yazılar kaleme almıştım. Mesela:
“Özkök, Balyoz davasında da tanıklığa çağrılacak mı? Büyük bir ihtimalle, evet. Bu durumda, dönemin hakikatinin ne olduğunu ortaya çıkarmak için, hâkimlerin, karşılarında nev-i şahsına münhasır bir tanık olacağını hesaba katmaları şart.” (Taraf, 7 Ağustos 2012, “Özkök’e karşı etekte hangi taşlar var”.)
Şimdi, Ergenekon davasındaki tanıklığından yola çıkarak Hilmi Özkök’ün nasıl bir tanıklık tarzına sahip olduğunu ele alabiliriz...

Hilmi Özkök, Ergenekon davası çerçevesinde önce 25 Nisan 2009’da İzmir’de Ergenekon savcıları Zekeriya Öz ve Fikret Seçen’e, ardından da 2 ve 3 Ağustos 2012’de 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin önünde ifade verdi. Gerek savcıların gerekse de hâkimlerin cevabını en fazla merak ettikleri konu, benim her zaman “Darbe Günlükleri’nin en önemli bölümü” diye tanımladığım 3 Aralık 2003’teki generaller toplantısıydı.

(…)
Özkök’ün savcılara İzmir’de verdiği ifade Ergenekon iddianamesinde kamuoyuna yansıyınca, gazeteler haberi “3 Aralık 2003’te muhtıra teklifi olmamış” vb. başlıklarla vermişlerdi. Haklıydı gazeteler, çünkü Özkök ifadesinde, savcıların “o toplantıda muhtıra teklifinde bulunuldu mu” sorusunu aynen şöyle cevaplamıştı:
“Usul olarak en kıdemsizden başladığı için hepsinin görüşlerini aldıktan sonra ben de katılmadığım görüşlerimi söyledim. Herkes şahsi görüşünü dile getirir ama kimse benim yanımda muhtıra verme şeklinde bir teklifte bulunamaz. Ben de böyle bir şeye fırsat vermem.”

Sonra çok ilginç bir şey oldu. Özkök, bu sözlerinin yer aldığı iddianamenin basında yer almasından birkaç gün sonra, 6 Ağustos 2009’da Radikal’den Murat Yetkin’e bir söyleşi verdi. Söyleşideki soru ve cevapları aynen aktarıyorum:

Soru: “İddianamede görevde bulunduğunuz sırada generaller ile yaptığınız toplantıda, Özden Örnek’e atfedilen günlüklerde söylendiği gibi muhtıra teklif eden olmadığını söylediğiniz yazılı. Muhtıra teklif edilmedi, konuşulmadı mı?”
Cevap: “Böyle bir teklif gelmediği doğru. Soru teklif geldi mi şeklinde sorulmuştu. Ama teklif başka, görüş başkadır. O toplantıda ben görüşleri aldım.”

Soru: “Yani muhtıra verilmeli görüşü dile getirildi, ama bu teklif sayılmaz mı demek istiyorsunuz?”
Cevap: “Yorum yapmayacağım. Ben sizin daha iyi değerlendirmeniz açısından teklif ve görüşün iki ayrı şey olduğunu söylüyorum.”

Burada merak uyandıran noktu şu: Özkök neden bir gazeteciye yaptığı düzeltmeyi savcıya yapmamıştı? Yani neden “Siz bana ‘teklif’ diye soruyorsunuz, teklifte bulunan olmadı ama görüş beyan edildi” dememişti? İşte, Özkökvari tanıklık tarzının en temel özelliği: Sadece sorulana cevap vermek... “Öyle olmadı ama böyle oldu, dediğiniz kelime kullanılmadı ama şu kelime kullanıldı” dediğinde, kendisini yargıyı yönlendiriyor gibi hissetmek...
Sonra zaman geçti, Ergenekon davasına bakan mahkeme beni tanık olarak mahkemeye davet etti. Konu bir şekilde “doğru soru sorma” meselesine gelince ben bu hikâyeyi anlattım hâkime. Hâkim bana, “yani savcı Özkök’e soruyu doğru soramamış mı” deyince, “Evet” dedim, “soramamış...”

(…)
Tam öyle oldu... Benden iki hafta kadar sonra (2 Ağustos 2012) bu defa Hilmi Özkök tanıklığa çağrıldı. Hâkim, 3 Aralık 2003 toplantısına dair soruyu bu defa doğru bir biçimde formüle etmiş, “muhtıra verilmesi yönünde telkin ya da teklifte bulunan oldu mu” diye sormuştu.
Hilmi Özkök söz aldığında anlaşıldı ki, zaten savcıya söylemeyip gazeteciye (Murat Yetkin’e) anlattığını mahkemede de tekrar etmeye kararlıdır... Benim, mahkeme heyetine anlattığım, ardından bir de yazı yazdığım “teklif” ve “görüş” meselesine benim tanıklığıma gönderme yaparak bir kez de o değindikten sonra, o toplantıda bu yönde “görüşler” beyan edildiğini, hatta bir orgeneralin “muhtıra” sözcüğünü de telaffuz ettiğini anlattı. (Sonraki günlerde, basına, “muhtıracı” orgeneralin adını da açıklayacaktır: Aytaç Yalman.)

'VAR DA DİYEMEM, YOK DA DİYEMEM'

Hilmi Özkök, 2003’teki darbe iddialarıyla ilgili olarak her zaman muğlak konuştu. “Var da diyemem yok da diyemem” ya da “suç varsa cezasını çekmek insanı rahatlatır” gibi çıkışlar, iddiaların önemli ölçüde gerçeğe tekabül ettiği algısının güçlenmesinde önemli bir rol oynadı. “Çünkü” diye düşünüldü, “iddiaların altı boş olsaydı, onun pozisyonundaki bir insan, üstelik silah arkadaşlarının hapse girmesi söz konusuyken ortalığı birbirine katar, iddiaları net bir dille yalanlardı.”
Bu tavır, daha önce de yazdığım gibi Özkök’ün gerçekten trajik pozisyonu içinden üretilmiş iki temel parametreden kök almaktaydı:
Birincisi: Sırf hükümete ve demokratik teamüllere bağlı kaldığı için ona hayatı dar eden “silah arkadaşları”nın o dönemdeki darbeci eğilimlerini ve faaliyetlerini “re’sen” fâş etmeyi uygun bulmadı. Aksi takdirde “arkadaşlarına hevesle ihanet etmekle” suçlanmaktan çekindi.
İkincisi: “Silah arkadaşları”nın darbeci eğilimlerine ve faaliyetlerine şahitlik ettiği halde, onları koruma adına “hayır, böyle şeyler kesinlikle olmamıştır” demeyi de uygun bulmadı. Böyle yaparsa hakikate ihanet edeceğini düşündü.
Şimdi düşünüyorum ki, Hilmi Özkök Balyoz davasındaki tanıklığına kadar bu parametrelere sadık kaldı (Ergenekon tanıklığı dâhil). Fakat bence Balyoz davasındaki ifadesi açıkça üzerindeki ağır baskının izlerini yansıtıyordu.

'ERDOĞAN GİBİ GÜL DE TANIKLIĞA ÇAĞRILMALI'

Hilmi Özkök’ün 2003’teki girişimlerle ilgili olarak “dedikodu” dışında bir şey duymadığını, kendisine bir CD’de iletilen “plan semineri”nin ses kayıtlarının resmî kanallardan gelip gelmediğini “bilmediğini” söylemesi karşısında Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün bu davada tanık olarak dinlenmesi bence kaçınılmazlaşmıştır.

Çünkü her iki politik şahsiyet de sonraki tarihlerde, olan bitenden zamanında haberleri olduğunu ve gereken kurumların bilgilendirildiğini açıklamışlardır.

(…)
Başka referanslar da verebilirim ama, en somutuyla yetineceğim... Darbe Günlükleri’nin Nokta dergisinde yayımlanmasından sonra Milliyet yazarı Hasan Cemal dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile “2003 halleri” üzerine konuşmuş, Gül, Milliyet’in manşetten verdiği haberde şöyle demişti:
“İddia edilen, ortaya atılan niyetleri, gayretleri biliyoruz. Basında çıkmadan önce biliyorduk. Bunlar, devlette bilmesi gereken yerlere bildirilmiştir. Bilmesi gerekenlerin bilgisi vardır.” (Milliyet, 7 Nisan 2007).
Söz konusu olan hükümeti alaşağı etmek üzere hiyerarşi dışında örgütlenmiş bir darbe organizasyonu ise, Genelkurmay’ın, Gül’ün “devlette bilmesi gereken yerler” tanımı içine girmediğini düşünebilir miyiz?
Ya da şöyle diyelim: Mahkemenin, Abdullah Gül’e, “Genelkurmay da ‘devlette bilmesi gereken’ kurumlardan biri miydi ve onu da bilgilendirdiniz mi?” diye sorması gerekmez mi?”
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.